7 Nisan 2015 Salı

Döndük Başa

Sinemanın tırnaklarına bulaşmış gözyaşları, açtığı yarayı acıtarak iyileştirmek için normalden tuzludur.
Sinemanın kolları vardır. Elleri, parmakları, tırnakları… Filmi izlemeye başladığında sırasıyla önce kollarını uzatır sana doğru. Omuzlarından tutar, kendine doğru çekmeye başlar. Filmin içindesin. Omuzlarında parmaklarının baskısını hissetmeye başlarsın. Canın acır. Sinema canını acıtır. Bazen parmaklarını seni gıdıklamak için kullanır. Ve son olarak tırnaklarını geçirir yüzüne. Filmine göre ya gözyaşı çıkar o yaralardan ya da kahkaha. Yara kabuk bağlar,  iyileşmesi zaman alır. Ne kadar uzun sürede iyileşirse o kadar etki bırakmıştır üzerinde. Bazı filmler kalıcı yara izi bırakır, bazıları yara açmayı bırak kollarını bile uzatmaktan acizdir. Yönetmenlerin görünmez neşterleri vardır, bu derin yaraları açmak için. İki sene önce tanıştığım ve izi hala duran bir film ve bir yönetmen var. İyi ki var.
Bahsetmek istediğim eli neşterli, bir İtalyan. Bu İtalyan yönetmen sinemanın dilinin Fransızca olduğunu savunur. Bu özelliğiyle bile dikkat çeker Bernardo Bertolucci. En çok ses getiren “Paris’te Son Tango” ve “Konformist” isimli iki filmini Paris’te çeken yönetmen, Fransa’da kendini daha rahat ifade ettiğini ortaya çıkardığı eserler ile her fırsatta belirtir. Bertolucci, filmlerinde  Amerika’da dahi sansürlenecek kadar cesur sahnelere yer verir. Çoğu insanı rahatsız eden bu cesur sahneler, vereceği mesajı rahatsız ediciliğinin yakasına iliştirerek aktarır seyirciye. Dram filmlerinin seyirciyi karamsarlaştırdığı kadar başarılı olduğu gerçeği gibi, Bertolucci filmleri de izleyeni rahatsız ettiği kadar var olur. Erotizmden pornografiye giden o çok sapmalı yolda yönetmen film estetiğinin yardımıyla direksiyonu kırar ve filmin sanat filmi olmasını sağlar.
Gibert Adair’in romanından uyarlanan ve Türkçe’ye “Düşler, Tutkular ve Suçlar “ olarak çevrilen The Dreamers, üç gencin düşlerinden, karşı cinslerin birbirlerine olan tutkularından ve toplumun suç adını vererek sansürlediği gençlik gerçeklerinden bahsederken isminin hakkını veren bir Bernardo Bertolucci filmi.
1968 Fransa’sı, Paris sokaklarının ‘’Yasaklamak yasaktır.’’ sloganlarıyla çınladığı, 68 olaylarının ateşli bir şekilde devam ettiği dönemde, dört duvar içinde bu olaylara karşı birkaç saatliğine mola veren gençlerin toplandığı sihirli mekânlardı sinemalar. Yeni dalga akımının getidiği Sinematek dönemi gençlerin sanat ihtiyacını karşılıyordu. Sanata aç Fransız gençlerin açlığı filmdeki şu replikle anlatılabilecek en güzel şekilde anlatılmıştır. “Ben, en aç gözlülerdendim. Hani şu ekranın dibinde oturanlardan. Neden bu kadar yakın? Belki de görüntüler ilk bize ulaşsın diye. Hâlâ yepyeniyken, hâlâ tazeyken. Arka sıralara atlamadan önce temizken, seyirciden seyirciye, koltuktan koltuğa
yansıyarak sonunda bir pul boyutuna projeksiyon odasına dönmeden. Belki de perde
gerçek bir perdeydi, dünyayla aramıza çekilmişti”  
Bedenen çift, ruhen tek yumurta ikizi olan Theo ve Isabelle tutkuları olan sinema aracılığıyla tanışır üçüncü karakterimiz olan Matthew ile. ABD’li Matthew okul için Fransa’da bulunmaktadır. İkizler, aileleri tatil için evden gittiklerinde yeni tanışlıkları Matthew’u evlerine davet ederler. Bu davet sınır tanımazlığa açılan kapının anahtarıdır. Gençler çeşitli oyunlarla birbirlerinin sanatsal, sosyal ve cinsel sınırlarını tanımayı amaçlarlar. 
Bir gece Matthew tuvalet için uyandığında açık olan kapıdan Theo ve Isabelle’in aynı yatakta çıplak bir şekilde yattığını görür. Gördüğü şeye çok şaşıran Matthew, sonraki günler ikizleri çözmeye çalışır. Çünkü ertesi gün oynanan oyunda Theo ceza olarak ikiziyle Matthew’un ilişkiye girmesini ister. Bu sahnenin sonunda Isabelle’in daha önce kimseyle ilişkiye girmediği ortaya çıkar. Bu iki sahnenin arasına keskin bir fikir değişimini sığdırır Bertolucci. İlkin aynı yatakta çıplak yatan ikizleri gördüğümüzde aklımıza ensest ilişki ihtimali gelir. Ki böyle bir sahneyle karşılaşan kişinin böyle düşünmesi normaldir. Yönetmenin vermek istediği düşünce de budur. Fakat Theo’nun verdiği ceza bu yorumumuzu allak bullak eder. Tam zıt yönüne değişen düşüncemiz kulağımıza bir şey fısıldar: Saflık. O zaman düşünmeye başlarız ikizlerin bizim olmadığımız kadar saf olduklarını.
Film, bolca yer verdiği cinsel içerikli sahnelerle 2 konu üzerinde durmuş olabilir; ilki, Freud’un bilincin 3 katmanından biri olan ID kavramındaki cinsel tutkular ve isteklerin vücuda gelmiş olmasıdır. İki kardeş arasındaki ilişki ID’nin egoyu bastırmasının örneklenmiş halidir. Tam zıttı olan diğer görüş ise iki kardeşin doğasından gelen değişmeyen saflığıdır. Birlikte aynı yatakta çıplak uyuyabilmek aynı rahimde 9 ay geçirmekle eşdeğer sayılır. Küçükken iki kardeş aynı küvette yıkanabilirken büyüyünce bunun değişmesinin ayıplaşmasının nedeni nedir diye izleyiciye sordurtur film. Çıplaklık, saflığı seyirciye aktarabilmek için kullanılan bir araçtır. Bu mesajı iki sahne arasına sığdırabilen yönetmen önyargılarımızı yüzümüze tokat gibi vurur. Filmde seyirciyi etkileyen nokta da işte tam bu kırılma noktasıdır.
Film mesajı dışında incelendiğinde 68 olayını sadece fonda kullanmasıyla tamamıyla siyasi bir film olmadığını gösterir. Kalbimin atışını duyuyordum. Acaba polis kovaladığı için mi böyleydi yoksa aşık olduğumdan mı bilmiyorum.”  Bu replik özgürlüğün ve romantizmin birbiri içinde eridiğinin bir kanıtı değil midir? Ayrıca filmde klasik filmlerden sahnelerle yapılan göndermeler bir filme birçok film sığdırmıştır. Tabiri caizse evin içindeki üç gencin sınır tanımaz yaşamı ana yemekken, dışarıdaki siyasi olaylar, filmlerden sahne alıntıları ve yeni dalga sinema akımı filmin mezeleridir.

Sen siyaseti romantizmin arkasına saklamış bohem dönem filmlerinin en güzeliydin The Dreamers.
Aynı yatakta çıplak uyuyabilmeyi 9 ayı aynı rahimde geçirmeye eşitleyen ‘eşittir ‘ sembolüydün.
Sen şuh görünümlü saflığın heykeliydin Isabelle.
Aklı ilk anda ensestliğe kayan bizlere ” Ne fesat ” tokadıydın.
Birbirlerine zihniyetleri ile bağlı siyam ikizlerinin umursamaz üyesiydin Theo.
Siyasi ve kültürel tartışmaların vücuda gelmiş en çekici haliydin.
‘Kavrayamama’nın da aşkının da gözlerinden okunduğu Matthew,
Temiz giyimli beyefendinin, aşık yeni yetmeye dönüşümüydün.

3 Nisan 2015 Cuma

Malum, Aruoba Japon.



Sorun şu ki, 

değişemiyorum.
Çok istiyorum ama yapamıyorum. 
Çelik bir yelek var üstümde, filizlenemiyorum.
Yerde miyim yolda mıyım bilmiyorun.
Yoldaysam yoldaşla hancıyı ayırt edemiyorum.
Yerdeysem istediğim yerde miyim? Kestiremiyorum.
Oruç Aruoba'yı seviyorum, nokta nokta hocayı öldürmek istiyorum.
Korkağım ben biraz.
Ama Oruç Aruoba'yı sevecek kadar da cesurum.
Her sabah komidinin üstündeki japon balığımın yargılayıcı bakışlarıyla uyanıyorum.
Bir eleştirilince bir de malum şey olduğunda sinirimden kuduruyorum.
Başucumda saat var ve her gece pilini çıkarıp sabah yeniden takıyorum.
Malum şey.
Aruoba.
Japon balığı.







Bir de kilo veremiyorum.