5 Eylül 2015 Cumartesi

Ekşi Şarkının Resminin Bestesi Ekşi midir?

(Evrim Ağacı'ndan çalıntıdır. Sinestezi sahibi bir bireyin çizimidir.)

Duymuşsundur belki ‘Sinestezi’ kavramını. Dilimizdeki karşılığı ‘Birleşik Duyu’. Kabaca sinesteziye sahip olan kişiler (burayı dikkatli okumanı öneriyorum.)
şarkıları görebilir,
sayıları veya harfleri renklendirebilir,
tatları şekillendirebilir
ya da şekillerin tadını alabilir.
Kafa karıştırıcı ama etkileyici, değil mi?

Kimileri bunu bir hastalık olarak tanımlıyor. Muhalefetim.  Belki yüzeysel düşünüyorum ama ( en azından düşünüyorum.) bence sinestezi bahşedilmiş bir farklılık. İnsanları kategorize eden tuğladan farklılıkları söylemiyorum.  Onların tek yaptığı aramıza duvarlar örmek. Tuğlaları yukarı çıkmak için merdiven haline getiren farklılıklardan bahsediyorum. Zararsız ve ‘özgürleştiren’.

Barış Manço şarkılarının tadını aldığım bir dünya hayal ediyorum. Ben o dünyayı severim. 2 rakamının rengiyle si notasının tadını karıştırır üstüne bir de bu renkli tadın resmini çizerim hatta yetinmeyip çizdiğim resmi besteleyebilirim. Sevdiğim dünyadaki hayal gücünün yapabildiklerine bak. Sinestezinin bunları yapamayacağının farkındayım ama ‘saçmalama’ bakışlarına sınırı olamayan dünyamda cevap verilmiyor. O hat burada çekmiyor.

Bu konuyla ilgili liseden hatırladığım tek şey, bir arkadaşımı 7 rakamına benzetmem. Hayır, kambur değildi. Boynu bükük hiç değildi. Niye benzettiğim hakkında hiçbir fikrim yok. Sanırım kör topal bir sinestezim var. Ben daha çok La notasından çikolata tadı aldığım bir sinestezim olmasını isterdim ama elde olanla yetineceğim.

Okuduklarıma göre annesini ılık süt, kardeşini kedi olarak hatırlayan/düşünen insanlar varmış.
Sinestezi sahibiymişim gibi rol yaparsam eğer, o zaman gitardan olma eski bir arkadaşa sahibim. Konuşurken ağzından notalar akan ve onları penasıyla silen.

Ulaşım kartı bir arkadaşım var, “Bakiyeniz yetersiz” diye küfreden ve çoğunlukla ağzı bozuk olan.

Oda arkadaşım bir gazete. Üçüncü sayfası olmayan ve yarısı karikatürle kaplı.

Öğretmenlerimden biri köpek. Hemen yanlış anlamayın kardeşini kediye benzeten bir örnek var sonuçta.  (Aa ‘rakkam’ olan bir öğretmenimi de unutmayayım.)

Şimdi öğrendiğim teknik bilgileri ekleyeyim,
  1. Sinestezi istemsiz ve otomatik olarak oluşmaktadır. Dolayısıyla kendinizi zorlayarak 3 sayısı ile mutluluk duygusunu eşdeğer görmeye başlamanız sinestezi değildir.
  2. Sinestezik algılar uzay-zamanda bir yere sahiptirler. Yani sinestezik bir algı her mekanda oluşmayabilir.
  3. Sinestezi algısı sabittir ve hep aynı şekilde oluşur. 
  4. Sinestezik algılar hafızada güçlü yer tutarlar ve kolay kolay unutulmazlar.
  5. Sinestezik algı sonucu güçlü duyguların bir anda boşalması görülebilir.
(Evrim Ağacı seni seviyorum.)

Birinci maddeyi ciddiye alarak pes ediyorum. Olmuyorsa olmuyor.


Ama az önce ekşi bir şarkı dinledim. Sanırım La notasını fazla kaçırmışlar.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Günün Birinde Cennetten de Sıkılacak



“- Sen bir çiçeğin poleninde koca bir galaksi görüyorsun diye o da görmek zorunda değil.
- Bana onu savunup durma. Sen tat zevkinden yoksun sadece doymak için yiyen biriyle birlikte bir ömür tüketmedin.
-O senin ömrünü tüketti.
-Ben de onunkini. Bir dilim ekmekle doydum mesela. ‘ Biraz daha’ demedim hiç. Mutfak pencerem var ya hani, bulaşık yıkarken baktığım. 7 senedir. Her gün yeni bir güzellik görmeye çalıştım.  Ben yetindim anlayacağın.
- 7 senedir mutfak pencerenden baktığın yer o harabe otopark mı?  Belki uzaklarda biraz da deniz… Kendini buna lâyık gördüğün gibi duygusuz bir adama lâyık gördün. Günün birinde cennetten de sıkılacak. ‘Yeterli’ kelimesini hiç kullanmayan birinden kanaatkâr olmasını bekleyemezsin.
-Öyle bir çabam yok.  Denizi mavi bir çarşaf olarak görmesin yeter. “


Kim kiminle kim hakkında konuşuyor? Dertleştikleri olay ne ve nereye varılacak?
Dün gece sırf yazmak için uygun ortam bulduğumu sanıp,  gereksiz bir yoğunluğa sahip, karakterleri birbiriyle çelişen bu anlamsız diyalogu yazdım. Sonra okuduğumda ve bir iki arkadaşımla üzerinde konuştuğumda konuşmanın çok tutarsız olduğunu düşündüm.
Şimdi konuşanlar abla-kardeş mi anne-kız veya baba-kız mı? Üçü de olası.  Abla kardeş ise konuşanlar, hakkında konuşulan amca da büyük ihtimalle ablanın kocası. Elimizde her şeye yüzeysel bakan ve cennetten sıkılabilecek kadar doyumsuz bir adam,  onun azla yetinmeyi bilen ve küçük şeylerden istediğini alan bir abla ve onun, büyük ihtimalle daha evlenmemiş, sarışın 30lu yaşlarındaki kardeşi var. Kız kardeş ilk cümleyle enişteyi koruyor. Sonra ablasının tarafına geçiyor. Kendiyle çelişiyor yani. Abla azla yetinmeyi bildiği için koca kavramının da azına tamam diyor. Amcanın da hiçbir şeyden haberi yok ama başrolde.
Nerede gerçekleşiyor bu konuşma? Bir arkadaşım kız kardeşin kuaföründe diye canlandırdı kafasında. Tabi cümleler kuaför dedikoduları için biraz süslü. Aslında bu cümleler günlük kullanım için uygun değil, farkındayım.
Özet olarak ben yazamadım ama yazabiliyorsan “Cennetten sıkılmak”  konulu bir şeyler yaz.
Ama önce cenneti tanımlamak var tabii.( Burak Abi sorarsa diye) Fikri sevdim ama dökemedim satırlara.
Bir de bu kadar kafa karıştırıcı yoğunlukta olmasın mümkünse. Daha günlük diyalogun içinde parlasın bazı cümleler güneş gibi. Ardı ardına olunca bu cümleler çok yıldızlı gök kubbeye benziyor. (Ilgım’ın tanımıyla)
Son olarak cennetten bile sıkılırsan ve bir şeyler yazıp, ne yazdığını çözemezsen haberim olsun mu?


7 Nisan 2015 Salı

Döndük Başa

Sinemanın tırnaklarına bulaşmış gözyaşları, açtığı yarayı acıtarak iyileştirmek için normalden tuzludur.
Sinemanın kolları vardır. Elleri, parmakları, tırnakları… Filmi izlemeye başladığında sırasıyla önce kollarını uzatır sana doğru. Omuzlarından tutar, kendine doğru çekmeye başlar. Filmin içindesin. Omuzlarında parmaklarının baskısını hissetmeye başlarsın. Canın acır. Sinema canını acıtır. Bazen parmaklarını seni gıdıklamak için kullanır. Ve son olarak tırnaklarını geçirir yüzüne. Filmine göre ya gözyaşı çıkar o yaralardan ya da kahkaha. Yara kabuk bağlar,  iyileşmesi zaman alır. Ne kadar uzun sürede iyileşirse o kadar etki bırakmıştır üzerinde. Bazı filmler kalıcı yara izi bırakır, bazıları yara açmayı bırak kollarını bile uzatmaktan acizdir. Yönetmenlerin görünmez neşterleri vardır, bu derin yaraları açmak için. İki sene önce tanıştığım ve izi hala duran bir film ve bir yönetmen var. İyi ki var.
Bahsetmek istediğim eli neşterli, bir İtalyan. Bu İtalyan yönetmen sinemanın dilinin Fransızca olduğunu savunur. Bu özelliğiyle bile dikkat çeker Bernardo Bertolucci. En çok ses getiren “Paris’te Son Tango” ve “Konformist” isimli iki filmini Paris’te çeken yönetmen, Fransa’da kendini daha rahat ifade ettiğini ortaya çıkardığı eserler ile her fırsatta belirtir. Bertolucci, filmlerinde  Amerika’da dahi sansürlenecek kadar cesur sahnelere yer verir. Çoğu insanı rahatsız eden bu cesur sahneler, vereceği mesajı rahatsız ediciliğinin yakasına iliştirerek aktarır seyirciye. Dram filmlerinin seyirciyi karamsarlaştırdığı kadar başarılı olduğu gerçeği gibi, Bertolucci filmleri de izleyeni rahatsız ettiği kadar var olur. Erotizmden pornografiye giden o çok sapmalı yolda yönetmen film estetiğinin yardımıyla direksiyonu kırar ve filmin sanat filmi olmasını sağlar.
Gibert Adair’in romanından uyarlanan ve Türkçe’ye “Düşler, Tutkular ve Suçlar “ olarak çevrilen The Dreamers, üç gencin düşlerinden, karşı cinslerin birbirlerine olan tutkularından ve toplumun suç adını vererek sansürlediği gençlik gerçeklerinden bahsederken isminin hakkını veren bir Bernardo Bertolucci filmi.
1968 Fransa’sı, Paris sokaklarının ‘’Yasaklamak yasaktır.’’ sloganlarıyla çınladığı, 68 olaylarının ateşli bir şekilde devam ettiği dönemde, dört duvar içinde bu olaylara karşı birkaç saatliğine mola veren gençlerin toplandığı sihirli mekânlardı sinemalar. Yeni dalga akımının getidiği Sinematek dönemi gençlerin sanat ihtiyacını karşılıyordu. Sanata aç Fransız gençlerin açlığı filmdeki şu replikle anlatılabilecek en güzel şekilde anlatılmıştır. “Ben, en aç gözlülerdendim. Hani şu ekranın dibinde oturanlardan. Neden bu kadar yakın? Belki de görüntüler ilk bize ulaşsın diye. Hâlâ yepyeniyken, hâlâ tazeyken. Arka sıralara atlamadan önce temizken, seyirciden seyirciye, koltuktan koltuğa
yansıyarak sonunda bir pul boyutuna projeksiyon odasına dönmeden. Belki de perde
gerçek bir perdeydi, dünyayla aramıza çekilmişti”  
Bedenen çift, ruhen tek yumurta ikizi olan Theo ve Isabelle tutkuları olan sinema aracılığıyla tanışır üçüncü karakterimiz olan Matthew ile. ABD’li Matthew okul için Fransa’da bulunmaktadır. İkizler, aileleri tatil için evden gittiklerinde yeni tanışlıkları Matthew’u evlerine davet ederler. Bu davet sınır tanımazlığa açılan kapının anahtarıdır. Gençler çeşitli oyunlarla birbirlerinin sanatsal, sosyal ve cinsel sınırlarını tanımayı amaçlarlar. 
Bir gece Matthew tuvalet için uyandığında açık olan kapıdan Theo ve Isabelle’in aynı yatakta çıplak bir şekilde yattığını görür. Gördüğü şeye çok şaşıran Matthew, sonraki günler ikizleri çözmeye çalışır. Çünkü ertesi gün oynanan oyunda Theo ceza olarak ikiziyle Matthew’un ilişkiye girmesini ister. Bu sahnenin sonunda Isabelle’in daha önce kimseyle ilişkiye girmediği ortaya çıkar. Bu iki sahnenin arasına keskin bir fikir değişimini sığdırır Bertolucci. İlkin aynı yatakta çıplak yatan ikizleri gördüğümüzde aklımıza ensest ilişki ihtimali gelir. Ki böyle bir sahneyle karşılaşan kişinin böyle düşünmesi normaldir. Yönetmenin vermek istediği düşünce de budur. Fakat Theo’nun verdiği ceza bu yorumumuzu allak bullak eder. Tam zıt yönüne değişen düşüncemiz kulağımıza bir şey fısıldar: Saflık. O zaman düşünmeye başlarız ikizlerin bizim olmadığımız kadar saf olduklarını.
Film, bolca yer verdiği cinsel içerikli sahnelerle 2 konu üzerinde durmuş olabilir; ilki, Freud’un bilincin 3 katmanından biri olan ID kavramındaki cinsel tutkular ve isteklerin vücuda gelmiş olmasıdır. İki kardeş arasındaki ilişki ID’nin egoyu bastırmasının örneklenmiş halidir. Tam zıttı olan diğer görüş ise iki kardeşin doğasından gelen değişmeyen saflığıdır. Birlikte aynı yatakta çıplak uyuyabilmek aynı rahimde 9 ay geçirmekle eşdeğer sayılır. Küçükken iki kardeş aynı küvette yıkanabilirken büyüyünce bunun değişmesinin ayıplaşmasının nedeni nedir diye izleyiciye sordurtur film. Çıplaklık, saflığı seyirciye aktarabilmek için kullanılan bir araçtır. Bu mesajı iki sahne arasına sığdırabilen yönetmen önyargılarımızı yüzümüze tokat gibi vurur. Filmde seyirciyi etkileyen nokta da işte tam bu kırılma noktasıdır.
Film mesajı dışında incelendiğinde 68 olayını sadece fonda kullanmasıyla tamamıyla siyasi bir film olmadığını gösterir. Kalbimin atışını duyuyordum. Acaba polis kovaladığı için mi böyleydi yoksa aşık olduğumdan mı bilmiyorum.”  Bu replik özgürlüğün ve romantizmin birbiri içinde eridiğinin bir kanıtı değil midir? Ayrıca filmde klasik filmlerden sahnelerle yapılan göndermeler bir filme birçok film sığdırmıştır. Tabiri caizse evin içindeki üç gencin sınır tanımaz yaşamı ana yemekken, dışarıdaki siyasi olaylar, filmlerden sahne alıntıları ve yeni dalga sinema akımı filmin mezeleridir.

Sen siyaseti romantizmin arkasına saklamış bohem dönem filmlerinin en güzeliydin The Dreamers.
Aynı yatakta çıplak uyuyabilmeyi 9 ayı aynı rahimde geçirmeye eşitleyen ‘eşittir ‘ sembolüydün.
Sen şuh görünümlü saflığın heykeliydin Isabelle.
Aklı ilk anda ensestliğe kayan bizlere ” Ne fesat ” tokadıydın.
Birbirlerine zihniyetleri ile bağlı siyam ikizlerinin umursamaz üyesiydin Theo.
Siyasi ve kültürel tartışmaların vücuda gelmiş en çekici haliydin.
‘Kavrayamama’nın da aşkının da gözlerinden okunduğu Matthew,
Temiz giyimli beyefendinin, aşık yeni yetmeye dönüşümüydün.

3 Nisan 2015 Cuma

Malum, Aruoba Japon.



Sorun şu ki, 

değişemiyorum.
Çok istiyorum ama yapamıyorum. 
Çelik bir yelek var üstümde, filizlenemiyorum.
Yerde miyim yolda mıyım bilmiyorun.
Yoldaysam yoldaşla hancıyı ayırt edemiyorum.
Yerdeysem istediğim yerde miyim? Kestiremiyorum.
Oruç Aruoba'yı seviyorum, nokta nokta hocayı öldürmek istiyorum.
Korkağım ben biraz.
Ama Oruç Aruoba'yı sevecek kadar da cesurum.
Her sabah komidinin üstündeki japon balığımın yargılayıcı bakışlarıyla uyanıyorum.
Bir eleştirilince bir de malum şey olduğunda sinirimden kuduruyorum.
Başucumda saat var ve her gece pilini çıkarıp sabah yeniden takıyorum.
Malum şey.
Aruoba.
Japon balığı.







Bir de kilo veremiyorum.

18 Ocak 2015 Pazar

İstanbul'u Pamuk Şekeri İçin Sev!






Yazının şarkısıdır.
(Dinleyerek okumanızı tavsiye ederim. Kadını kurtarabilmeniz dileğiyle.)

Kadının tiz ve havayı dahi kesen sesini eritip sesiyle bastıran kıskanç bir adamın hikâyesi anlatılıyordu.

Çocuk kızgın, beklentilerini karşılamıyor bu hikâye.

Neden ? Nedeni mi var?  Çünkü o perili masalların prensi.  O dinlediği hikâyenin kanatlarından çekiştirip üzerine atlayacak. O masalının sık ve sivri dişlerinden sıyrılıp, koca bir balinanın karnında mum yakacak etrafını aydınlatmak için.

Kıskanç adamın hikâyesi bazı şarkılarda gizli. Kadının sesi öyle güzel erimiştir ki bu şarkılarda,  çığlıklarını duyamazsın. 

Bir iki nota, klarnet solosu. Kadın şarkıyla bütünleşecek ama adam erken davrandı. Çaldı şarkıyı. İstanbul’a bir iki güzel iltifat. Sen bu iltifatlarla ve klarnet solosuyla mest olurken, kadın? Duymadın değil mi çığlıklarını? Duyamazsın. Çünkü şarkıda İstanbul var. Yeditepe İstanbul. Hangi tepesindesin kim bilir? Bak o tepesinden İstanbul’a. Bak ama kadını görme.

Çocuk kalemi eline aldı. Okunmayan sayfalara çizdi bildiği en güzel şekilleri. Şekiller notalara dönüştü. Notalar saç tellerine. Adamın sesinin altında sıkışıp kalan sesin sahibinin saç telleriydi bunlar. Saç tellerinden başladı kadın belirivermeye. Saç telleri bir kadının kimliğidir.  Kadının en son gözyaşının biriktiği siyah gözleri ve şarkısının duyulmasını beklerken titreyen çenesi ortaya çıktı. Çocuk kadını kurtardı. Neden çocuk kurtardı kadını? Çünkü çocuk yedi tepenin birinde takılıp kalmadı. Çocuk kanatlarından tuttuğu masalın tepesinden bakıyordu İstanbul'a. Onun için İstanbul’un iltifatları hak edecek tek yeri sahildeki pamuk şekercisiydi. En net çocuk gördü şehri. Çocuk kadını kurtardı.
Kadının sesini sadece İstanbul’u pamuk şekeri için sevenler duyabilir. Adamı ise herkes.

Bak yine yapıyor adam.

Bu kadar güzel söylenir mi?

Kadın umutsuz. Kaç kişi sever ki bu şehri pamuk şekeri için? Az sanma. Çok. Çok var pembe bulut sevdalıları. Balinanın midesindeki mum ışığında da ne güzel gider şekerden pamuk.
Adamın sesi büyülü . Kanma. Kulağını kapat şarkılara. Çıkarabildiğin en tiz sesi çıkar şarkıya eşlik ederken. Kadın duyacak seni, umutsuzluktan kurtulacak. Bir de şekerini erittin mi ağzında, sen bir kahramansın. Çocuk gibi. O zevki tat. Herkesten farklı notalar işitecek kulağın.

Sen hiç çıkmadın mı bulutların tepesine notalarla?